10 Nisan 2012 Salı

Scooby'den Yağ Çıkartmak


eddie izzard, bayıldığım bir ingiliz komedyen. stand up gösterilerinden birinin bir bölümünde scooby doo'dan bahsediyor ve diyor ki; "shaggy ve scooby amerikan edebiyatının en önemli karakterlerinden ikisidir. inanılmazlardır çünkü korkaktırlar. tüm edebiat tarihinde bu kadar korkak olup da bu kadar özdeşleşilebilen başka bir karakter örneği bulamazsınız. korkaklığa ve sandviçlere inanırlar. ama biz de onlara inanırız, özdeşleşiriz ve tüm macera boyunca onların yanında yer alırız..." 


harika tespit gerçekten... bununla birlikte ben scooby doo'yu yalın pozitivist, rasyonelist bakış açısı ile anıyorum. bu süt danuasının her bölümünde muhakkak bir hayalet, bir hortlak, bir uçan terbiyesiz peyda olur, kahraman-anti kahraman karması teenager suç avcıları da asla bunların gerçek olabileceği ihtimaline teveccüh etmez, muhakkak işin içinde bir piçlik mevcuttur diye düşünür, hakikaten de bölümün en sonunda şüphelinin kafasından hortlak maskesini çıkartıp, bizlere kötü adamın nasıl katakullilerle çocuk zihinlerimizi kandırıp kendine inandırdığını anlatır, suçluyu adalete teslim ederler (burasını salladım... ama teslim etmiyorlarsa kendileri kaybeder), hep bir takım düzenekler, maskotlar, kandırıkçı aparatlar kullanıldığını, hayalet mayalet diye bir şey olamayacağını bölüm bölüm kafamıza kakarlardı. sebep-sonuç ilişkisi denilen nane dimağlarımıza yer etsin yer eylesin ki yarın öbürsü gün uçan bir vampir gördüğümüzde (problem uçmasındaymış gibi) bunun mantıklı bir nedeni olmak zorunda olduğunu düşünelim istiyorlardı. misyon buydu buymasına da, scooby ve shaggy her zaman bu gerçek üstü durumların gerçek olduğuna inanır, yahut en azından soğukkanlı davranamaz ve kaçacak delik ararlardı. hakikaten bizi temsil ediyorlardı; gördüklerimiz o kadar ikna ediciydi ki ardını arkasını düşünmez ve hayaletten korkardık, derdik ki "şimdiye kadarkiler düzmeceydi tamam ama bu seferki cidden umacı galiba..." anti kahraman diye boşuna söylemedim, bizim gibi iyi niyetli ve aptaldı ve her bölümde mental anlamda kaybederdi scooby. her bölümde "reason" kazanırdı. peki umrunda mıydı itin? pek tabii ki hayır. o bölüm sonunda götürdüğü sosisliye, krakere bakar, pek yakında yeniden bir sürreel durumla karşılaşıp tırsmaya devam ederdi. tıpkı bizim gibi... bal gibi hayatın alegorisiydi üstadım. ekstrem örnekler verir ve esasen bu dünyanın bin yıllardır yaşadığı en temel problemlerden biri olan akıl - batıl savaşını yeniden yaşatırdı. çocuk dogmalarla büyümesin, her söylenene inanmasın, sorgulasın, altını üstünü deşsin ve gerçeğin soğuk yüzüyle hemhal olsun ki büyüdüğünde tek katmanlı dogmatik irrasyonel bir dangalak olmasın derdi. çizgiydi, hanna barbera'ydı ama semantik olarak bir 1984'ten farkını gösterene renkli televizyon hediye edeceğimi de necip milletimize duyurmak isterim. böyle üfürük analoji duymadım diyecekler için geliyor: hayat, bizim türümüz için sokrates ve tanrıların savaşından ibaret olmaktan bir adım ötesi değil ise, scooby'den yağ çıkartma şanı da bizdedir.

28 Mart 2012 Çarşamba

Ayvaz'ın Sırrıdır Bu


ben bir kuzgunun içiyim
ben bir içim ayvaz..

senin ülkenden başka yerim yoktur
senin ülken beni kaldıramaz
isimler takarım kendime
başka yerlerden çağırırım
kendim denen hayvanı
senin ülken kaldıramaz
göğsüme oturan dağı kaldıramaz
dağı denizine kırgın
poyrazı karayeline küs
senin ülken..
ne yaz geldiğinde sarışınsın artık
ne ellerin var beklediğin kadar
bir hayali sürüp durursun kağıtlara
kara bir duvak gibi örter yüzünü
kelimeler..

yankılanır göğsün akşamüstü
bir deli şarkı bir deli yerinden yakalar
ne yazık çocuk olamayacaksın bir daha
dönüp dolaşıp bulacağın benim
o ağacın gölgesinde
süte belenecek gözlerin ellerin
nasıl diye sorma ayvaz
sorma parçalanırım
sırrıdır bu azgınlığının
bir çağlayan gibi akacaksın bana
son incir en güzel incir
balları akacak gençliğini yalarken
beni bu var oluşun içinde
bulacaksın...

yankılanır göğsün akşamüstü
basarsın dar sokaklara basmazsın
sırrıdır bu kuzgunluğunun
ben bile bilemem parçalanırım
ki harp boruları ve mor bandıralar
soluklanır içliğimde
ben bile bilemem
kara tüylü soluklar aldığını
hangi nezarethane tanrısından..

yıldızlar kaysa
tuttuğun dilekler seni pek tutmasa
atlasa çatılardan düşler
kar kristali düşler
korkma ayvaz
benim tılsımım saçlarını ağartacak,
ve çocukluğunu verecek geri..

yalnızlık kimseye kalmaz...


Onur Erler - 2008

22 Mart 2012 Perşembe

Çiy Kutusu


- hayır, dünyaya nazırım efendim
biraz gözyaşı dinlersem evet şuracıkta evet
size zararım dokunmaz öyle mi?
âlâ..
bir daha vurabilirsiniz madem şurama
benim omuzlarım çünkü efendim benim omuzlarım
çiyin düştügü yerdir..


- derler ki rüyamda düşüyorum
düşümek eylemini gerçekleştirdiğimden midir nedir
mutevellit miyimdir neyimdir ben elit gavur incirkuşu
otuziki kanadımla ben, gülüyorum
hanım! diye sesleniyorum keneviri getir
düşman diye işaretlediklerimi çağır
hepsine geri vereceğim hatıralarla anemonları
kendi kendime yetebilen bir ülkeyim çok şükür..


- piyanolu bir şehirde olduğunuza ne şüphe!
çağırıyorsunuz pek naziksiniz
gelemeyebilirim çünkü ben çiy toplamalıyım
çiy kutusu gavur incirkuşu olaraktan fakat o şehri satın alabilirim
kaç pera?


- şimdi bir yasakmeyveağacı gibi dimdik ve keskin
şimdi durmamacasına uyuyorsunuz
hiç durmuyorsunuz hep uyuyarak ve sanki
gözünüzün menevişine dokunayım derken
hep bir okullara gidiyorsunuz
hanım! diye seslenmeseydi de duyacaktınız gibisiniz
incirkuşu size
otuziki kanadıyla yirmisekiz leşi
olduğu olmuştur onun..


- gozlerimi koyvermiyor çiy
okuma parçaları saplanıyor bilmemnerelerime..
anlaşılan o ki bindokuzyuzkırkbeş
bu yıl kışa denk geliyor..
efendim
yüzümü sürdüğüm toprak
göğsüme dikili hayal
papatyayı utandıran giz..


- ağzınızdan kalkan son vapura
martılar eklemeliyiz..

Onur Erler - 2011

21 Mart 2012 Çarşamba

Sevde Franny


otobüse bindi.. ince çoraplarının içindeki biçimli ayakları üşüyordu.. ayakta duranlar ve her nedense oturmayı tercih etmedikleri birkaç boş oturak vardı.. bir tanesine zarifçe oturdu.. zarifçe derken gerçek bir zarafetten söz etmeliyiz.. tam oturmak üzereyken aracın hareketlenmesini, başına gelen her türden vakaya gösterdiğinden farksız bir güçlü zerafetle göğüsledi.. dışarıya, az önce ayrıldığı durağa doğru bakarken beresini çıkardı başından.. hala donuk gözlerinde, onu herhangi bir yeni yetme öğrenciden ayıran vakur ve derin bir ağrının izleri vardı.. sorgulanmış, sorgulanmakta olan bir hayata polyanna makyajını sürmek için fazla üşengeç, hayli yorgundu bu günlerde.. hayalleri sürüncemedeydi.. bir şeyler olmasını beklemiyordu.. ne kadar devinirse devinsin, ne kadar kendine doğru kaçarsa kaçsın, kabullenmesi gerekenin ve kabulleneceğinin "bu" olduğunu biliyordu.. ona verilenin, onun için takdir edilenin bu olduğunu... otobüs haddinden fazla sıcaktı, montunu çıkarmayı düşündü, vazgeçti.. çantasından telefonunu çıkardı.. birkaç saniye baktıktan sonra tekrar yerine koydu.. sokağı izlemeye koyuldu yeniden.. dakikalarca nefesini tuttuktan sonra dayanamayıp kendini bırakan birinin halet-i ruhiyesine denk, o malum kabz periyodlarından biriydi.. ya da tam tersi.. ailesinin yaşadığı ekonomik sorunları aklından atabilmek ya da en azından bu elini kolunu bağlayan vahşi çaresizliği zihninde ehlileştirebilmek için gereken gücü bulamıyor, bulamadıkça da banknotların ardı sıra binlerce harami omurgasına çöküyordu.. içine kaybolmamak istermiş gibi hafifçe doğrulup derin bir nefes aldı.. dudaklarını ıslattı.. yine çantasını açıp şehir tiyatrosu programlarının yazılı olduğu broşürü eline aldı.. evirip çevirdi.. vazgeçti.. olgunluk denen şeyin aslında zorla çocukluktan, şaşırmaktan vazgeçirilmek ve genel itibariyle susmak olduğunu düşünüyor, ama gene susarak - her şeyin ne olur birazcık susmasını yürekten dileyerek - olgunluktan uzaklaşmak, kendine, içine gitmek istiyordu.. ironik.. bütün bu gürültülü ve aslında onu bir yerlere sürükleyen ama sadece sürükleyen fırtınanın seyrine tekrar kapılmadan önce, kaçmayı becerebileceğini düşünmeye, çocukça inanmaya ihtiyacı vardı.. fakat bir bakıma da rahattı kız.. biliyordu ki aralanan bu geçici gerçek kapısı kapandığında, kaldığı yerden devam edeceği zaman, onu güler yüzle bekleyen palyaçolar her zaman olacaktı.. motivasyonları vardı.. yaptığı hiçbir şeyden pişmanlık duymayacaktı mesela.. ta ki bu kapı geçici olarak tekrar açıldığında, pişmanlıktan ne kadar korktuğunu yüzüne vurasıya kadar.. sonra bir daha kapanacak, umumi tuvalette dakikalarca ağladıktan sonra yenilenmiş makyajı ve gülümseyen yüzüyle masasına geri dönen bir kadın gibi çiçek açacaktı.. gülümsemek, en güzel susmaktır..


Onur Erler - 2008

Bulut'un Kendisiyle İntiharı


Cortex Derki'de yayımlanmış olan kısa öykümsü metin egzersizi


saat 23.30

yağmur çiseliyor.. serez çarşısı çok uzakta.. bir destanın çıplak kahramanını yüceltmiyor yağmur.. en azından bu pencereden.. bu pencereden sadece bir sokak lambası, mustarip ama güçlü boyun büküşüyle kesiyor odayı... perde kıpırdıyor.. soğuk mu? ne önemi var? Yaşasın ıssızlık! bütün o spiritüel debdebenin yakıcı ağrısından, şahtan, mattan, mattadan, markustan, babadan, anadan ve kutsal kızkardeşten sonra, cürmü bedele bağlayan gecenin arefesinde, o hayatının en soylu saatinde... yaşasın ıssızlık!

-  yardım etsek mi?.. ne dersin?
-  ne kadar iyi yüreklisin sen öyle..
-  izlemekle mi yetineceğiz yani?
-  bir şiiri hatırladım.. “damar kesildi, kandır akacak” diyordu..
-  henüz damar kesilmedi aziz dostum...
-  “ve kan kesilince damardan sıcak, sımsıcak kelimeler boşandı..”

küçük ve her daim loş odasındaki tek dikkat celbeder malzeme bilgisayardı kuşkusuz.. pentium 3 müydü neydi? bir türlü ezberleyememişti... arkadaşları bahsederlerdi hep ama anlamazdı.. babasının onu mutlu etmeyen hediyelerinden biriydi sadece öyle değil mi? “ ya son işten çok fazla para kazandı ve ne yapacağını şaşırdı, ya da bir müşterisinin borcuna mahsuben koltuğunun altına sıkıştırdığı kutuları özensizce odama bırakıverdi..” diye düşünmüştü hep.. “...evet evet.. öyle olmalı..” atıl bir hatırayı kömürlüğe terkeder gibiydi babasının yüz ifadesi.. “ bilgisayarın da var işte artık... yalnız uyarıyorum elektrik faturasındaki ani sıçramalar harçlığını incitir.. ” ne mutluluk! bu geri-bakış her zaman yüzünde acı bir gülümsemeye dönüşürdü bulutun.. ama bu sefer olmadı...bu sefer, gözlerinin önünden barsak şeridi gibi geçen hayatının önemsiz bir sekansıydı sadece.. bitkinlik, soğukluk ve yaşananları hala tam anlamıyla kavrayamayıp lakin artık bunu isteyip istemediğinden de emin olamamanın, sadece önündeki meşkaleye odaklanmasına ön ayak olan donuk hüznü.. hüznüyle müsemma, hatta ondan daha donuk gözlerle odasını inceliyordu şimdi.. “son kez bakıyorum sana sevgili pentium, yatağım, oyuncak kuzum, majorette arabam, bart simpson’lı yatak örtüm, terliğim, deep purple posterim... ellerim... gençliğim...” gözleri, beynine aracılık etmenin verdiği sorumluluk bilinciyle yuvalarından uzandı, elindeki metal parçasına baktı...

-  geç değil... ne kaybederiz yardım etsek?
- “aşk ve ölüm bana yeniden... su ve ateş ve toprak.. yeniden yorumlandı...”
- peki anlaşıldı.. güzel çocuk ölüme terkedilecek.. yazık...

"evet evet.. böyle gerekiyor.." pencereden süzülen soğuk, bulutun vücudunu titrettiğinde, yaşadığı son refleksin bu olduğundan emindi.. şimdi elindeki kesiciyi evirip çeviriyor, hayatının sonuna en yakın tanık olacak basit alaşımı adeta saygıyla inceliyordu.. kendisinden daha çok üşüdüğünü, ama birkaç dakika sonra kanıyla örtülüp ısınacağını düşündü.. babasını hatırladı yeniden.. alışılageldik biçimde küvette değil de odasında bileklerini kesecek olmasının sebebi, bir amerikan filmi sahnesini yaşamak istememesi ve dünya üzerinde en sevdiği mekanı, odasını bu ritüele ev sahibi kılarak tuhaf biçimde güvende hissetmesi değildi yalnızca .. babasının yaşayacağı terörü, küvetin içinde biriken değil bütün odaya yayılan kanla artırmak, "nerede bu çocuk?!" endişesine mahal vermeden, her gece olduğu gibi çat kapı odasına daldığında burkucu bir şoka uğramasını sağlamak istiyordu.. bunu kafasında döndürdü bir süre.. "iyi de neden nefret ettim ben bu adamdan bu kadar... her şeye rağmen bunu hak ediyor muydu acaba? babam o benim.." ancak sonra sadece ona değil, herşeye ve herkese daha sevgili bir zihinle yaklaştığını anladı.. "hiçbirini bir daha göremeyeceğim.. böyle gerekiyor.." şimdi parmaklarının arasındaki jilet, odadaki tek aydınlatıcı olan masa lambasının ışığına rastlayıp parladı bir an.. yeterince dramatize etmek istercesine yarım saattir hareketsiz oturduğu yatağından kalkıp bilgisayarına yöneldi.. müzik listesine ahmet kaya şarkıları ekleyip "an gelir" i en üste yerleştirdi.. on milyonluk adi hoperlörlerinin el verdiği kadar açtı sesini.. babası eve gelmemişti henüz ve şu durumda komşuların rahatsızlığını umursayacak değildi.. " paldır küldür dökülüyor bulutlar.. uyumayın ulan!" tekrar aynı köşesine oturdu yatağının.. annesinden yadigar, o çok sevdiği için çok sevdiği, bu yüzden odasında sığıntı gibi durmasına aldırmadığı fiskosun üzerinden suç ortağını aldı.. soğukluğunu içine çekti... bir an önce bitirmek istiyordu artık..

saat 23.52

duvardaki fenerbahçe logolu saate baktı.. bir an önce bitirmek istediğini düşünmesinden bu yana on dakika geçtiğini fark etti.. "galiba sandığım kadar kolay iş değil bu.. gerçi yaşadıklarımdan sonra en basiti ama olsun... ulan?!" aniden irkilen bulut, parmaklarının arasında nazikçe dolaştırdığı jiletin, "haydi artık" diye bağıran iştahıyla parmağını kestiğini gördü.. "ulan hap mı içseydim acaba?.." parmağının acısı, az sonraki baş döndürücü sancının boyutlarını tahayyül edip korkmasına neden oldu.. ama bu saatten sonra nöbetçi eczane arayıp hap alamayacak kadar bitkindi.. ayrıca daha fazla uzamasını istemiyor, bir taraftan da odadaki melankolik ve soğuk ölüm havasından çıkıp sosyalize olursa intihardan vazgeçeceğinden korkuyordu.. "şimdi.. bu odada.. ha gayret.. şu şarkı bitsin de önce.. "

odası yirmibeş metrekarelik bir kutudan ibaretti.. ortası hafif çökmüş ve gıcırdayan yatağı, girişin tam karşısındaki köşebende bitişik konuşlanmıştı.. kapının hemen solundaki bilgisayarı, önündeki eski püskü demi-klasik sandalyeyle tezat oluşturuyordu.. yatağın önünde duran metal konstrüksüyonlu bez giysi dolabı ise, sanki düşecekmiş izlenimi verirdi hep buluta.. ama halısını severdi.. selçuk halısı demişlerdi alırken.. yumuşak renklerle dokunmuş geniş desenleri hoşuna gidiyordu.. aynı zamanda babasının getirmediği ender eşyalarından da biriydi.. hatta tek eşyaydı, birkaç oyuncağını ve annesinin fiskosunu saymazsak.. kısacası alışıldık bir orta halli genç odasında yer alan tüm malzemeler buradaydı.. bangır bangır çalan müzik eşliğinde son derece loş mekanda hafif öne eğilmiş sessiz duran bulut, bir rembrandt tablosunun hüzünlü figürlerini andırıyor, yüzünün sol tarafı barok ışığın hüzmeleriyle aydınlanmaya çalışırken sağ yanı karanlığa gömülmüş, dişlerini sıkarak oturuyordu ..

saat 24,06

"bütün bunlar" diye düşündü.. "neden benim başıma gelir ki her zaman.. küçücükken annesini kaybeden, daha yüzünü görmediği kızkardeşinin zeynep kamil'de beyaz beze sarıldığına tanık olan, istediği bölümü kazanıp, rağmen hayal kırıklığına uğrayan, antika babasıyla ömrünü geçirmek zorunda kalan ben değil miyim? bu kadarına ne gerek vardı.. şimdi erhanlar taksimde falandır herhalde.. ıslak hamburger, ayran.. hepsine boşverip yanlarına gitsem.. vera'da oturup elma dilim patatesle bira içsem.. sarhoş eve gelsem, gülle gibi yatağa atsam kendimi.. sabah 12 de uyansam.. ama olmaz değil mi?.. olmaz.." hayallerin kendisini yapmak zorunda olduğu şeyden uzaklaştırdığını farketti bulut, tekrar işine konsantre olmaya, hayatın boktanlığını ve buradan gitmesi için yeterli olan argümanları düşünmeye koyuldu.."gerzeksin sen gerzek! yap şunu!" gerzek değildi.. hem de hiç... ama ağız tadıyla küfredip serzenebildiği tek kişi de kendisiydi... bu sefer rahatlamadı... boğazı kurudu.. yutkundu..

- güzelliğimize halel gelir değil mi el uzatırsak?
- konu o değil ki pirim.. şu an gözlerinin önünde oynanması gereken bir sahne var.. hergün sayısız insan ölüyor değil mi?.. sistematiği sorgulamak ya da gidişatı değiştirmek bizim işimiz değil.. kaderin önüne geçilemez..
- elbette geçilemez... yardım edeceğiz, ve bu bizim kaderimiz olacak..
- imkansız.. sadece izleyiciyiz burada.. daha fazla uzatmanın anlamı yok.. "damar kesildi, kandır akacak.."
- tamam başlama yine.. susuyorum..

"tek bileği kessem yeterli olur mu acaba? yoksa ikisini de kesmek mi lazım? ikisini birden kesersem daha kısa sürer muhtemelen..aman allahım kurduğum cümlelere bak.. aklımı yitirmeden şu işi halletsem keşke.." ellerinde titreme yeni birşeydi ve soğuktan olmadığı aşikardı.. dehşeti enikonu iliklerinde hissetmeye başlamıştı şimdi.. dua etmesi gerektiğini düşündü.. "son duam.." ıstırapla gözlerini kapatıp ince kaşlarını devirdi.. dudaklarının rengi değişmiş, bir ceylan ürkekliğiyle kıpırdıyordu.. iç çekmek için duraksayıp dudaklarını ıslattığında, bir duayı bitirip diğerine geçmişti.. bir ara kirli beyaz duvardaki gölgesine bir kaç saniyeliğine ilgisizce bakıp, başını tekrar önüne eğdi.. dua, korkuyu ve titremeyi engellememiş, yaşadıklarının gerçekliğine ve ciddiyetine büsbütün inanmasını sağlamıştı.. kaçacak yeri, sığınacak kimsesi yoktu.. sahne böyle yazılmıştı ve oynanması gerekiyordu.. üstelik bir romeo bile olamayacaktı bulut.. intiharının sebebi aşktan öteydi.. genelgeçer gerçek ve yalanlardan öte.. bir kamikaze askerinin mağrur kararlılığıyla kendini teselliye revan oldu bu sefer.. "yalnız biri daha eksilmiş olacak.. yaşamak varsa ölmek de var öyle mi?.. herşey zıddıyla kaimdir.." buna her zaman inanıyordu.. herşey zıddıyla kaimdir.. "ben kendine güvenen bir korkak, çok yetenekli bir beceriksiz, yakışıklı bir quasimodo'yum" derdi her zaman.. ama şimdi bu afili cümleyi okul kantininde arkadaşına sarfederkenki rahatlığından eser yoktu apaçık, ve korku-ego bütün bu mantık sözcüklerinin anlamlarını bastırıyor, ruhunu kıstırıyor, dev bir urganla yüreğini sıkıştırıyor, teselli teşebbüsü hiç işe yaramıyordu..

saat 24,12

"ay gerçekten atlayacak galiba..çık çık çık.." bulut, eli her zamankinden daha sıkı ve terli annesinin elinde, kafası gah kocaman binanın tepesinde minicik görünen adamın, gah sıkıntısı ve üzüntüsü her halinden anlaşılan annesinin yüzünün arasında mekik dokurken, olanları kavramaya, üzülüp ağlaması mı yoksa şaşırıp izlemesi mi gerektiğine karar vermeye çalışıyordu.. 1991 yazıydı ve körfez savaşı’nın kekre tadı ülkenin damağındayken, bulut ve akranlarının tek derdi, her kanalda aynı karartma ve bombalama görüntülerinin dönmesi ve televizyonun artık eğlence kutusu olmaktan çıkmasıydı.. buradaki manzara da çok farklı değildi sanki... insanlar toplanıp bir noktaya bakarken, "ayy..", "polis nerde kaldı?", "atlicak mı ki hakkaten?" türevi nidalardan sıkılıp, annesinin elini çekiştirmeye başladı.. buradan bakınca parkı görebiliyor, ama bir adamın çatıda durması yüzünden saikine varamıyor, sıkıntısı tahterevalliye binen arkadaşlarını gördükçe artıyordu.. "dur oğlum! gidicez şimdi.." derken birden yükselen çığlıkları işitip irkildi.. az kalsın kadın sesleri beynini delecekti.. annesi birden belinden kavradı bulutu ve kucağına aldı.. koşar adımlarla uzaklaşırken, hoplaya zıplaya olay mahallindeki görüntüyü seçmeye çalıştı.. yüzü kireç gibi oldu sonra.. yerde yatan adamın halinden çok, galiba annesinin ifadesinden korkmuştu.. yıllar sonra bile, ne zaman bu hadiseyle ilgili sorular sorsa, zeki manevralarla konunun derslerine getirildiğini hatırlayıp gülümseyecekti..

midesinde bulantı, gözlerini kısıp durdu.. kanlar içinde geleceğini düşündü.. çektiği acıyı, çekeceğini.. artık ahmet kaya susmuş, herşey susmuş, son perdeye gelinmiş, odası, yağmur, sokak lambası pür dikkat bu son anı nefes almadan seyre koyulmuştu... bir damla gözyaşı maya olmaya yetti, hıçkıra devrile ağlaması için.. titreyen avcundaki jilet ıslandı.. yüzü gerildi, tüm gücüyle sıktığı dişleri göründü.. derin derin içini çekip inledi.. annesi öldüğünden beri hiç bu kadar ağlamamıştı.. iki sancılı nöbet ve iki ölüm.. herşey artık son derece bulanık ve acıklı görünüyordu gözüne... şakaklarındaki damarlar patlayacak gibi kanla doldu.. iki büklüm... salya hüzün.. tüm gücüyle ağladı..


Onur Erler - 2005